Biran geriye doğru yaslanıp bakınıyor ve kendimi dinlenmeye çalışıyorum da eskiden çok kolaylıkla yazabiliyormuşum. Şimdiyse yazmakta sıkıntı çekiyorum. Mesele, konu bulma sıkıntısı değil. Sanırım mesele beyin yorgunluğu ve yılgınlığı. Doğru olan ise, bıkmadan, usanmadan, yılmadan “doğru” olanları dile getirmek ve yazıya dökmek. Ama şu sorunun cevabını beynime anlatabilmekte güçlük çekiyorum. Nereye kadar? Şu son on yılımızı düşünün yüreğiniz yetiyorsa. Ülkenin son yıllarının fotoğraflarına bakıyorum da neler olmuş, neler görmüş ve neler işitmişiz. Bir hatırlamaya çalışalım diyeceğim ama fotoğrafın birçok tarafı karanlık kalan kısmı ise net olmayan karmaşık bir durumda. Öyle bir gündem kayması oluşturuluyor ki, teknolojik gelişme bile yetişemiyor ardından. Buna rağmen ağzını doldurarak hamaset yapanlarımız konuştu, eli kalem tutanlarımız da yazdı, çizdi. Sonuç? Evet sonuç? Kocaman bir hiç.  

Gelinen yerden, geriye de baksan ileriye de baksan durum karanlık. Tünelin ucu görünmüyor. Ülkenin bu durumunu görebilmek ise gönül gözünün açık olmasıyla alakalı bir durum olsa gerek. Birde “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşansın” demeyip mücadele etmeye çalışanlar belki anlayabilirler sanırım. Çünkü bana dokunmayan bin yıl yaşasın diyenler bunu anlayamaz, kavrayamaz ve gözlerinde pembe camlı at gözlükleri olduğundan göremezler. Yani gönül gözleri de kör olduğundan hiç göremezler, duymazlar ve konuşmazlar. Üç maymun misali. En acısı ise içlerinden dahi buğuz bile edemiyorlar. Çükü kendi benliklerinden korkanların başkalarına bir şey söylemeğe cesareti olmaz. Ayrıca nemalandıkları için artlarına düştükleri madrabazların bütün foyaları ortaya çıksa dahi hiç istiflerini bozmazlar. Aksine sırıtırlar. Onlar nemelazımcı ve bana dokunmayan bin yıl yaşasıncılardırlar. Onlar pembe camlı at gözlüğü takanlar. Onlar gönül gözü kör olanlar. Onlar kömür, makarna alarak gülmeyi unutup sadece sırıtabilenlerdir. Eğer öyle olmasaydı bebek katilinin TBMM’YE çağrılmasına sesiz kalınırmıydı?  

Yıllar önce dile getirmiştim. O günün Gümrük ve Tekel Bakanı; yolsuzluktan, dolandırıcılıktan ve zimmetine para geçirmekten aldığı hapis cezasını yattıktan sonra cezaevinden çıkınca bilmem kaç yüz araba ile karşılanmıştı. İşte o an dedim eyvah, memleketin çivisi çıktı. İslamiyet’te, tüyü bitmemiş yetim hakkını yani devletin parasını yiyenlere yer yoktur. Çünkü onun günahı ve vebali çok büyüktür. Ama gelin görün ki, artık yolsuzluk yapmak, hırsız olmak hele de devletin malını yemek önemli bir meziyet haline geldi, getirildi. Yahudilerin içimize soktuğu; “devletin malı deniz yemeyen domuz” ve “ben devletten daha mı zenginim” vb. gibi aslı astarı olmayan sözlerle maneviyatımızı, inançlarımızı ve dolayısıyla benliğimizi kaybettik. Bu galiz sözler bizi içi boş paslı teneke kutuya çevirdi. Kim nereden parmağını sokuyorsa ta içimize kadar deliniyoruz. Sağlam olabilseydik dokunulduğunda belki ses çıkaracak tepki verebilecektik lakin paslı ve çürük olduğumuz için sesimizin çıkmadığı gibi hemen deliniyor ve dökülüyoruz. 

Ülkenin tüm değerleri müthiş bir şekilde törpüleniyor ve yavaş, yavaş yok ediliyoruz. Öyle bir hale getirilmişiz ki, karnı doyuyorsa gerisi fasa fiso. Kim takar adaleti, eğitimi, kime ne sağlıktan!.. O gitse bu gelecek, ne değişecek sanki(cilerin), nemelazımcıların, bana dokunmayan bin yıl yaşasın diyenlerin, pembe camlı at gözlüğü takanların, gönül gözü körlerin ve kömür, makarna alarak gülmeyi unutup sadece sırıtabilenlerin dram olarak oynaşmalarına kaldı artık meydan.

Her gün gelen zam haberlerinin üstüne dublaj yapan madrabazların çadır tiyatrosuna döndürdükleri canım ülkem Türkiye’yi cak lı, cek li sözlerle hamaseti tavandan yapanlara kanan milletim. Yahu arada bir kelimelerin yerini değiştirin de farklı bir şeyler söylediğiniz sanılsın bre madrabazlar. Satır aralarına gizlemeye çalıştıkları kötü niyetleri Allah’tan, aralarındaki beyin fukaraları gaf yapıyor da ortaya çıkıyor. “Ayakkabı numaralarına kadar biliyoruz” diyen bir İçişleri Bakanımız ve 9 Mehmetçiğimizi yaralandığı “dron” saldırısını "Mehmetçik’e dron çarpmış önemli bir şey yok...” diyerek konuyu geçiştirmeye çalışan bir Milli Savunma Bakanımız var. Ayakkabı numarasına kadar bildikleri fakat bir türlü bitiremedikleri eli silahlı pkk’ lıyı yok edemeyince başları olan bebek katini TBMM’ye çağırdılar. Eskiden TBMM’YE kadar gelebilmiş olan uzantılarına aslan gibi kükrüyorlardılar şimdiyse kuzu sarması pozisyonuna büründüler. Sebep, sebep basit anayasa değişikliği veya koltuk sevdası. Meclise davet ettiğiniz postal yalayıcısı ve İmralı çukurunun sırtını sıvazladın bey oldu, uzantılarına dokundunuz şahbaz oldular.  

Hey hat!.. Çevremdeki bütün bitkiler çoktan sararmış. Akşam üzeri çıkan çok hafif rüzgârda bile çevreye kurumuş bitkilerin kokuları yayılmakta. Çalı haline gelmiş ağaçların yapraklarındaki o canlı parlak yeşil gitmiş yerine solgun sarı renge dönmüş. Sıcaklardan ve gelen zamlardan dolayı dayanma sınırlarının aşılmasına ramak kaldığı şu günlerde yağmura olan özlemim artarak büyüyor. 

– Nerede kaldı? Diye kendi kendime düşünmeden edemiyorum. Artık yağsa da özlemlerimi bitirse. Ülkemin kirlenmiş olan tüm köylerini, tüm şehirlerini, dağlarını taşlarını sele dönüştürmeden damla, damla yıkasa. Tozunu toprağını ve tüm kirlerini temizleyip götürse denizlere. Uyandırsa artık yaz uykusundan. Arındırsa üzerine atılmış ölü toprağından. Yeniden canlansa tabiat, ağaçlar çıkarsa yeni sürgünlerini. 

Çaksa şimşekler her yer aydınlansa ve gürlese gök tüm hışmıyla. Ve artık gelse keşke gelse, hemde gürül, gürül bir yağmur. Söndürse yanan ormanlarımızı, içsek kana, kana soğusa ciğerlerimiz…

 

İsa YILMAZ