Dernekler, malumunuz, kara gün dostudur. Öyle biliriz. Öyle derler. Hani darda çorba, yoklukta yorgan, yıkımda moral olması gerek. Ama gelin görün ki iş, masadan kalkıp sokağa inmeye gelince... Ses seda yok!

Bir gün bir vatandaş darda kalmış, dernek kapısını çalmış. Tıklatmış, tıklatmış, açan yok. Kapının üstünde altın yaldızlı bir tabela:
“Hemşeri Derneği: Her Zaman Yanınızdayız.”
İroniye bakar mısınız? İçeride mi yanımızdalar, yoksa tabela mı bizimle konuşuyor, bilemedik.

Derneğe ulaşamayınca sorular başlıyor tabii:

Siz o gün yoksanız, ne gün varsınız?

O tabelayı ne diye astınız?

Sandalyeleri süs olsun diye mi aldınız?

Sonra bir açıklama geliyor yönetimden:
“Efendim, biz buradayız ama işlerimiz çok yoğun. Malum, geçen ay başkan yardımcımızın doğum günü vardı, onu kutladık. Geçen hafta da çay ocağını yeniledik. Hem sosyal medyada çok aktifiz, görmediniz mi? Kahvaltıda ne yedik, kiminle çay içtik… Daha ne yapalım?”

Düşünüyorsunuz, bu dernekler neden kuruldu?6 Çay mı içelim, fıstık yeşili kartvizit mi dağıtalım, yoksa gerçekten dert dinleyip çözüm üretelim diye mi? Ama bakıyorsunuz, hizmet aşkından çok “etiket aşkı” var ortada.

Mikromilliyetçilik yapmıyoruz ya hani… Ama mikro hizmet bile göremiyoruz. Hemşericilik desen, o da bir kahvaltı fotoğrafında kaybolmuş. Toplantılar masada, çözümler havada.

Ve işte en acı gerçek: Bir gün gerçekten ihtiyacınız olduğunda anlıyorsunuz ki ortada ne dernek var, ne hizmet, ne de bir hemşeri dayanışması.
O koskoca “sözden ibaret” tabelalar... Parıltılı masalar, cilalı sandalyeler… Ve o fıstık yeşili kartvizitler… Hepsi bomboş.

E hani dernekler kara gün dostuydu? Şimdi biz hangi boyayı bulalım da bu kara günü renklendirelim?
Belli ki dernekler tüm boyaları boyamış, bize de sadece fıstık yeşili düşmüş. Ama onun da rengi yok!